Çocukluğa yolculuk

İlk kez bir yazıya borçlu olarak oturdum masanın başına. Zaman ne çabuk geçiyor. 5 ay oldu olacak. Oturduğum yerden, zamanı ucundan bir ipmişçesine çekip ve diğer taraftaki ağırlığını hissettim. Yollarda ne kadar da mutlu olduğumu yeniden hatırladım. Hele iş ve mevsim gereği eve kapanmışken bu duygu daha da güçleniyor. Birkaç dakika hiçbir şey yapmadan kendimi yolda hayal ettim. Sonu denize bağlanan, bol tırmanışlı, kıvrımlı, inişli çıkışlı yollar!. Hayal ededurayım, dışarıda da epey kuvvetli bir rüzgar var, Bodrum'u uçuran. Yani bugün de eve kapalıyız...

Hemen, üç bölüme ayırdığım hikayenin son, yani 2. bölümünü yeniden okudum. Anılar canlandı, o günlerde üzerimize giydiğimiz gömleğin pembe rengine boyandı masa. Ardından çektiğim videoları yeniden izledim. Özellikle de bu yazıyı ilgilendiren Selanik-Atina bölümlerini. Kar sessizliği neyse, zamanın içinde dolaşmak da o benim için. Sağırlaşıyor, dışarıdan gelen hiçbir şeyi duymuyorum.

En son Selanik'te uyumuşuz...


Üçüncü Bölüm
ÖZLEM

Etap 6 / Selanik-Panteleimonas/ 1 Eylül
Sabah epey erken kalktık. Zira turun en uzun ikinci etabını bizi bekliyordu. Akşamki güzel yemek ki nefis mezelerin tadı hala damağımda, uzo ile süsleyince yemek tam bir ziyafet ve kutlamaya dönüştü diyebiliriz. Kutlamanın da kısa olanı makbul tıpkı kısa tuttuğumuz şehir ziyaretleri gibi. Selanik'e ilk görüşte aşık olup, çok geçe kalmadan koynunda uykuya daldığımızdan bedenimiz iyi dinlenmişti. Son iki gündür enerjimiz de yüksek. Seçkin yaşadı mı bilmiyorum ama ilk günlerdeki ağrı, düşük kondisyon ve bozuk tempomu geride bıraktım. Gerçi Seçkin epey hazır gelmişti bu tura. Ne yalan söyleyeyim şu ana dek ağzından tek bir şikayet duymadım. Ben de mızmızlık yapmadım elbet ama ilk günlere göre daha iyi durumdayım. Bitola, Edessa ve Selanik'e, yollar daha zorlu ve uzun olmasına rağmen vakitli girmemizden okuyabiliyorum performansımın iyileştiğini. Kendimizi iyi hissetmemiz biraz da bundandı sanırım. Belki de bayram olmasının etkisi de vardır. Çantaları yükledikten sonra bayramlaştık. İstikamet Panteleimonas diyerek önümüzde uzanan 130-140 km için sabah 7'de yola koyulduk.

Kahvaltı edecek yer bulmak zor olmadı
Dün gece kaldığımız hostel, Studios Arabas, Selanik

Yüzümüzü Atina'ya dönmek için, dün geldiğimiz yolun 35 km'lik bir bölümünü gerisin geriye pedallamamız gerekiyordu. Aslında haritada kıyıyı dönen yolu takip etmek daha cazip görünse de hem trafik kuralları gereği otobana çıkamıyorduk, hem de zaten tercihimiz değildi. Buralarda pedal basmış ve ne mutlu ki yaşadıklarını paylaşmış insanların yazılarından, defalarca polis ile karşı karşıya gelindiğini okumuştuk. Gerçi bisiklet kullanan birinin, otoban gibi sıkıcı ve tehlikeli yolları kullanmaması gerekiyor, fakat 35km'lik bu geri dönüş bizi de yerinde saydırıyormuş gibi hissettirdi. Ta ki rota güneye dönene dek.

Eski bir demir köprü ile günaydınlaştık.
Seçkin bu manzaraları ıskalamıyor.

Şarkının da dediği gibi; güneş solda yükseliyordu, güneye giderken... Öğlene doğru ardımızda 75 km'yi tamamlasak da acıkmadığımızdan, içinden pedalladığımız tüm küçük köy ve kasabaları pas geçtik. Eginio'yu geride bıraktığımız anda karşımıza çıkan o büyük delta gibi biz de Ege'ye kavuştuk. Bundan sonra deniz ve otobana paralel sürecektik bisikletimizi.

Bir yere varmaktansa yolda olmayı seviyorum.

25 km sonra Katerini'ye vardığımızda ikiye çeyrek vardı. Acıkmıştık fakat şehir merkezinde hoşumuza giden bir yer bulamadık. Şimdi bakıyorum da yaklaşık 1 saatimizi Katerini'de geçirmişiz. Herhangi bir kayıt, fotoğraf veya not olmasa da kahve içip dinlendiğimiz anlaşılıyor. Günün bu kısmına dair hafızam çalışmıyor doğrusu. Fakat şehirden 8-10 km sonra yol üstünde rastladığımız arabada yediğimiz öğle yemeğini unutmak mümkün değil. Bize can verdi. Saati de 3 yapmıştık...

Yunanistan'da bu "Kantina" denen arabalardan umulmadık yerlerde karşılaşabiliyorsunuz.
Bu araba turun sembol noktalarından biri hatta yolculuğumuzun posteri oldu.
Tur posteri!
Ne yiyeceğinizi menüden anlamak imkansız :)

Kalan son 20-30 km'de, bizde olsa betonla doldurup tesise boğulacak ama Yunan'ın el dokundurmadığı bir kıyıyı takip ettik. Akşamüstü güneşi insanı daha çok pişiriyor. Sıcak bir izi takip ederken yolda rastladığımız gezginlerle selamlaştık. Kamp alanına varmadan bir ağaç gölgesinde soluklandığımız sırada yürüyerek seyahat eden iki uzak doğulu kızı imrenerek izlediğimizi itiraf edeyim. Eğer çocuk sahibi olsaydım, böyle seyahat etmeleri konusunda teşvik ederdim doğrusu. Başını telefondan, televizyondan ayırmayan, öğrenmek için de çaba sarf etmeyen meraksız bir kuşakla yaşlanıyoruz. Onları koruyacağız diye yaptığımız kötülük ilerde bize misliyle dönecek diye düşünüyorum. Halbuki önce kendilerini sonra da hayatı erken tanımak, karşılaşılacak sorunlarla başa çıkmak ancak böyle öğrenebilecekleri şeyler. Uzmanlığım yok, baba da değilim ama hissettiklerimi paylaşmak istedim.

Solumuzda deniz sağımızda dağlar...
Bu yol bizi hemen karşıda, üzerinde kale yükselen tepenin eteklerindeki kampımıza götürüyor.

Castel Camping, tüm tur boyunca çadır attığımız son kamp alanıydı. Burada sistem, alan kiralamak üzerine. Mesela bizim çadır attığımız alan 17€ idi. Yani 5-6 çadır gelsek de aynı fiyatı ödeyecektik. Diğer kamp alanları da aynı mı bilemem ama bu ada ada yerleşim anlayışı mahremiyet de sağlıyor. Çadırlarımızı kurar kurmaz denize inmek üzere yürürken duşlardan çamaşır yıkama bölümlerine, mutfaktan çöp sistemine ne kadar düzgün bir yerde kaldığımızı anladık. Seçkin ile aramızda "adamlar yapıyor" muhabbeti, yüzüp yorgunluğumuzu attıktan ve üzerine iki bira içerken geçti. Bu arada bir yandan da akşam yemeğimizi yiyeceğimiz tavernayı da gözümüze kestirdik.

Tur bitiminde yapılan ilk şey çadır kurmak ve çamaşır yıkamaktı.
Pisletler de dinlensinler.
Haydi denize
Bizdeki gibi kamp yerlerini yaz boyu kullananlar var. Komşumuz...
Castle Camping
Kamp alanının deniz kıyısı. Uzun yolculuklardan sonra buz gibi bir bira çok iyi geliyor doğrusu.
İleride bir restoran var. "Akşam orada yeriz!"
Pırıl pırıl bir taverna.
Oturduğumuz masanın manzarası
Seçkin, ben ve devasa levreğimiz

Duştu, ertesi güne hazırlıktı vs derken morlu, kızıllı gökyüzünün altında Nostalgia Taverna'ya oturduk. Levrek (Levraki), salata, o, şu, bu ve uzo sipariş verdik söylemesi ayıp. Biraz afili bir yemek olsun istedik. Bütçemizi de aşmamıştık ya biraz ona da güvendik denilebilir. İnsan arada kendini şımartmalı. Masamıza servis yapan Arnavut garson da epey iltimas geçerek geceyi iyice neşeli hale getirdi. Yeter diye kanaat ettiğimiz uzo bitse de o kadehlerimizi hiç boş bırakmadığı gibi bundan para da almadı. Balina kılıklı levreğe de küçük bir ıskonto yaptı gecenin sonunda. Tam bir bayram günü olmuştu...



Etap 7 / Panteleimonas-Farsala / 2 Eylül
İlk kez kahvaltıyı düşünmemiştik. Normalde bir gece önceden nerede ne yiyeceğimizi gözümüze kestiriyor, sabah açık olup olmadıklarını soruyorduk tıpkı Bitola'da yaptığımız gibi. Fakat etrafta fırın, kafe vs göremediğimizden, akşam yemek yediğimiz restorana gidip nerede kahvaltı edebileceğimizi soralım dedik. Zira etrafta herhangi başka açık dükkan da göremedik. Normalde güne erken başlıyor Yunanlar. Siesta'ya göre iş programlarını ayarlıyorlar. Şehirde olsak düzgün çalışan bu sistem galiba tatil yerlerinde farklı işliyor. Restoranın içinde geceden kalma masa ve sandalyeler üst üste, tezgah darmadağındı. Bir kadının da temizlik yaptığını fark ettik. Kahvaltı edebileceğimiz bir yer sorduk "Bulamazsınız" dedi. "...Ama isterseniz size tost yapabilirim."

Dün akşam karşılıklı oturduğumuz ağaç
İn cin top oynuyor.
Taverna Nostalgia
İçeride temizlik yapan kadın bize tost yapmakla kalmamış yanına omlet de pişirmiş.
Bu alenin sağından tırmanıp Larissa'ya devam edeceğiz...

Rota, önümüzdeki tepenin üzerinde yükselen kalenin batı yamacında kısa ve sert bir yokuşla başladı. Kıyıdan içerilere doğru devam edecektik ve hedefimiz öğlen Larissa'da olmaktı. Gerçi akşamdan beri aklımız Ege kıyısından kopmamak ile meşguldü. Zira Seçkin programın dışına çıkabileceğimiz ve bizi Ege kıyısında tutacak yeni bir rota çıkarmıştı bile. Volos gerçekten de iyi bir fikir gibi gözüküyordu. Deniz kıyısında güzel bir balıkçı şehriydi ve buradan adalara feribot da kalkıyordu. Programın önünde olduğumuz düşünülürse neden olmasın diye sormak mantıksız değildi. Larissa'ya vardığımızda konuşuruz diyerek bahsi kapattık.

İnsan yaşarken burnunun dibindeki bu güzelliklere hakkını vererek bakmalı.

Tırmanılan ve ardından fişek gibi indiğimiz yeşil vadi bizi çocuk gibi heyecanlandırdı dersem yalan olmaz. Turda geçen süre arttıkça alınan keyfin arttığı tecrübeyle sabit. Yol, bir müddet sonra otobanla kavuşup, 20 km kadar paralel takip ediyordu ki bizi 53km'de Larissa'ya taşıdı. Vardığımızda saat yarımı gösteriyordu.

Şehrin içinde şöyle bir döndük ama trafik ve kalabalık nefesimizi kesti. Günlerdir sessiz sakin bisiklet süren bizler için bu ani şehir deneyimi şok ediciydi ki durmak istemedik. Kahve molasında da üzerinde pek durmadan karar verip yönümüzü Volos'a döndük. Şehirden çıkmadan su takviyesi için durakladığımız benzinlikte, güler yüzlü ve meraklı bir hanımefendi yanaşıp bize sorular sordu. Kendisi de bir bisiklet kullanıcısıydı ve uzun turlar yapmak istiyordu. Fakat Volos'a bağlanan yolun yokuşlu özellikle ertesi gün devam etmemiz gereken yolun sıkı bir dağ tırmanışı içerdiği bilgisini verdi. Programa sadık kalmak bir anda önem kazandı zira sonrasını planlamamıştık. Oysa elimizde nereye gideceğimiz, nereden çıkacağımız ve üzerinde çalışılmış bir rotamız vardı. O halde yeniden istikamet Farsala deyip düştük yollara.

Seçkin'i bu yüzden de seviyorum. Programı değiştirmek isteyecek kadar esnek iken "bilinmeyenlerimizi çoğaltmayalım" diyerek programı sahiplenebiliyor. Karşıdan gelecek itiraza açık, anlayışlı hatta ikna olmaya da hazır. Alınmak, gücenmek, yargılamak yok. Bu tip uzun yolculuklarda ne kadar iyi tanırsanız tanıyın, ne kadar iyi anlaşırsanız anlaşın illa ki bir gerginlik olur. Fizikselin yanında psikolojik yorgunluk pek çok şeyi belirler. Açlık, ıslanmak, kuruyamamak, susuz kalmak vs gibi... Bugüne dek katıldığım ve düzenlediğim her tur bu anlamda biraz ekşidir. Üzerinden 3 sene geçti ama İstanbul-Bodrum arası yaptığımız bisiklet turu beni Bodrum'a olduğu kadar geçtiğimiz Haziran ve Temmuz'daki iki celse süren mahkemeye de taşımıştı. O tur içinde yaşananlar ne yazık ki turda kalmamış, hallettik, çözdük dediğimiz pek çok şey bir iddianameye bürünerek karşıma çıkmıştı. O yüzden artık bir şeyleri içine atan, konuşmayan, duygularını dışa vurmayan insanlarla, kaldıramayacaklarını düşündüğüm bu tip turlara çıkmıyorum. Çocukluktan tanıyor olsam bile... Bu karar bisiklet turu anlayışımı, bisiklete ve camiasına bakışımı da değiştirdi. Artık daha az ve öz olsun. Tıpkı bu tur gibi...

Hava sıcaklığı artarken Yunanistan'ın en güzel yollarını, en güzel köylerini geride bıraktık. Bu saatler tüm Yunanistan'da siestaya denk geliyor. İçinden geçtiğimiz yerlerde dükkanlar kapalı. Sokaklarda in cin top oynuyor. Tepelerde bir köyde bulduğumuz tek açık kahve dükkanında soluklanırken Seçkin'in de benim kadar mutlu olduğunu gördüm. Sanırım turun sembol olacak noktalarından birindeydik. Birazdan açık tek manavdan alacağı incirleri, sahibesinin tek tek ve özenle seçişini derin bir ah çekerek anlatacak. Yalnız sahiden ne incirdi o...

Sıcaktan kavrulduğumuz anda karşımıza çıkan bu kahveci turun sembol noktalarından oldu.
Oysa içinde bulunduğu köy terkedilmiş gibiydi.
İstikamet Farsala
Tablo gibi bir manzaraya bakarken, Seçkin de beni o tablonun içine koymuş.

Yorgan yamaları gibi dokunmuş tarlaların arasından ine çıka Farsala'ya nihayet vardık. 104 km'yi sekiz buçuk saatte kat etmiştik. Otel sorduğumuz büfe çalışanının sıcak karşılaması üstüne Türkiyeli olduğumuzu öğrenen Yannis amcanın "Hoş geldiniz!" diyerek gösterdiği heyecan burun direği sızlatan cinstendi. Türkçe konuştuk zira Türkiye'den gelmişlerdi. Ne hikayeler var bilmediğimiz. Siyasetin, politikanın, pompalanan ideolojinin nasıl büyük yalanlar yarattığına şahit oluyorduk. Yannis mi düşmanım? Seçkin ve ben miyiz büfecinin düşmanı? Bence bizler aynı gözün, akan iki ayrı yaşıyız...

Otele yerleştikten sonra akşam yemeği ve kahvaltılık almak için Farsala'ya döndük.

Kaldığımız otel.

Farsala'da tek otel var ve merkezin 2 km dışında. Tek olmanın getirdiği kendine güvenle bizi sevimsiz karşıladıklarını atlamayayım. Az evvelki sıcak dokunuşun zıttı bir muamele yaşarken meselenin Türk, Yunan, Bulgar, Arnavut veya Arap olmakla değil insan olmakla alakalı olduğunun yeniden altını çizeyim. Başka bir seçenek olmayınca, otelle kahvaltısız fiyatta anlaşarak kendimizi odamıza attık. Fakat hem kahvaltılık almak hem de akşam yemeğimizi yemek üzere yeniden Farsala'ya pedalladık. Zira otelde düğün dolayısıyla epey bir gürültü vardı.


Etap 8 / Farsala-Amfikleia / 3 Eylül
Rota için özel bir hazırlık yapmamıştım doğrusu. Turdan önce, gün içinde ne kadar sürebileceğimi hesaplayıp pergelin ucunda konaklayabileceğim yerler işaretlemiştim o kadar. Lamia da, Farsala'dan sonra işaretlediğim yerdi. Üst üste uzun sürüşler vardı ve araya kısa bir rota koymak bana iyi görünmüştü. Kaldı ki Farsala ve Lamia arasında da hatırı sayılır bir tırmanışı da düşünürsek 65-70 km kabul edilebilir gözüküyordu. Üstelik Lamia'ya vardığımızda da Atina'yla aramızda 200km mesafe kalacaktı. Başka bir deyişle tur bitmek üzereydi.
Otelden çıktıktan 25 km sonra günün ilk tırmanışına merhaba dedik. 10 km'de 300-350m irtifa kazandık. 15 km sonra bir o kadar daha yükseldik. Önümüzde uzanan rampalar, güneşin kızgın ışıkları altında daha da dikleşti durdu. Zirvede, kalbimle nefesimin yarıştıklarını çok net hatırlıyorum. Özellikle sıcak iyi hırpalıyordu. Buna karşın inişler dinlenmek için idealdi.

Her zamanki gibi erkenden yollara düştük.
Sanki tüm ülke bize kalmış
Otelden çıktıktan sonra 20 km boyunca nefis manzaralı bir ovayı geçtik.
Tırmışlardan hemen evvel kahve molası vermek adet oldu.
Tırmanış bittiğinde mola verdiğimiz benzinlikte bizi bu köpek karşıladı.
Tur boyunca bize en yaklaşan köpek olarak buraya not düşelim.
Lamia

Geride bıraktığımız uzun tırmanışı, 20 km derin bir inişle Lamia'da noktaladığımızda saat 2’yi gösteriyordu. Açıkçası bu kadar çabuk geleceğimizi düşünmemiştim. Belli ki Seçkin de düşünmemişti. Şehrin girişinde, tonton bir çiftin işlettiği benzinlikte mola verip, kalacak yer ararken kalan rotaları da önümüze serdik. Son iki güne yeniden baktık. Programa göre yarın kabaca 130 km yol yapıp Thiva'ya varacaktık. Seçkin Lamia'da kalmaktansa ertesi günden mesafe çalmayı teklif etti. Zaman vardı ve Amfikleia 45-50 km uzağımızdaydı. Aşılması gereken yeni tepenin de yenilmez olmadığına kanaat getirip anlaştık.

Yol cetvelle çizilmişçesine dümdüz ve karşı tepelere dek devam ediyor.

Önümüzde uzanan ve sanki cetvelle çizilmiş, başından sonuna seçilebilen 10 km'lik yolu denize paralel geçtik. Kendimize şapkadan çıkardığımız yeni rampayı daha iyi incelememiz gerekiyordu. Zira yine 10 km içinde 45 metreden 618m'ye çıkacaktık. Üstelik hava 35-36°C ile iyice kavurucu hale gelmişti. Hemen eteğindeki bir benzinlikte içecek ve abur cubur takviyemizi yaptık. Fakat bizi %13 eğimli bir duvar karşıladı.

Yolda gördüğümüz her şey insanı küçücük hissettiyor.
Bir taraftan hava da o kadar sıcak ki şapkayı derede ıslatma gereği duydum.
Tırmanmadan evvel su takviyemizi yapalım dedik. Yunanistan'da her yerden su içebilirsiniz.
Hadi bakalım tırmanalım...
Eğim %13, yokuş sırasında sıcaklık 41.5ºC'yi gördü.

Seçkin'in, özellikle de tırmanışlarda muazzam bir temposu var. Hatta kendine verdiği bir söz de denilebilir. Belirlediği bir hızın altına düşmemek. Tur boyunca yokuşlarda yakalamaya çalışmadım hiç. Benim hızıma uymasını da istemedim. Kendine verdiği sözü tutması daha anlamlıydı. Bir noktadan sonra da benim için varmam gereken bir hedefe dönüştü. Seçkin bu yolculuğa yeni bir anlam katmıştı.

Seçkin tırmanışı bitirip sıklıkla beni bekledi tur boyunca. Ama bu rampada ikimiz de hırpalandık.

Yamaçlara gizlenmiş köylere tepeden bakarak Amfikleia'ya doğru uzandık. Mitolojide adı unutulmuş iki gezgin tanrıydık sanki. Tam gökle arşın arasında ağaçların içinde bir yerde bisikletlerimiz kendi gidiyor gibiydiler. Çok yorgundum hatta son tırmanışta dizimin arkasına bir ağrı oturmuştu ama çok da mutluydum. Bisiklete binmek biraz çile biraz da eziyet ama seviyorsun işte. Susuzluktan kırıldığın anda mataranı dağdan gelen soğuk suyla doldurmanın karşılığı olabilir mi? Ya da az ilerde yoldaki tek tesiste kahve bulmuş yol arkadaşının dört gözle seni beklemesinin rahatlatıcılığı...

Az evvel aşağıdaydık. Takip ettiğimiz yol ise yükselmeye devam etti.
Yükseldi...
Yükseldi.

Ruhumu teslim etmek üzereyken tırmanış bitti.
Bu kadar yükseğe çıkınca manzara hemen değişiyor.
Bir mitin parçası oluveriyorsunuz.
Bu sefer çay içelim dedik. Fakat çay siparişine çok şaşırıyorlar. Üstelik kahveden daha pahalı.
Gün sonu...

Akfikleia'ya akşamüstü 19:30 gibi girdik. Kasabayı bölen ana yola sağlı sollu cephe vermiş restoranlar, kafeler cıvıl cıvıl. Bir iki saat evvel gelsek in cin top oynuyor diyeceğiniz yerleşke sanki bir düğmeye basılmışçasına dolu. Sosyal hayat, sokak demek Yunanistan'da. Birazdan biz de bu hayatın bir parçası olacağız.

Hemen içinden geçtiğimiz meydana bakan otele yerleştik. Tek kelime İngilizce bilmeyen otel sahibesi anahtarı nasıl kullanacağımıza, kapıyı içeriden nasıl kilitleyeceğimize kadar uygulamalı olarak her şeyi anlattı. Odaya 45€'yu şak diye verdik pazarlık yapmadan zira çok yorulmuştuk. Bir gün bile ıskalamadığımız çamaşır yıkama faslının ardından, temizlenip yemeğe indik.

Kasabada kimse İngilizce bilmiyor ama burada yaşadığımız deneyim tüm yorgunluğumuzu aldı götürdü. İnsanların sıcakkanlılığı, ilgisi, alakası o çok övündüğümüz misafirperverliğimizi (kalmadı ya) üçe beşe katladı. Biz artık bırakın misafirperver olmayı birbirimize tahammül edemiyoruz. En son "Yunan adalarına giden vatan hainidir" diye buyurmuştu bir şahıs. Birbirimizi bir şey ilan etmek için pusuda bekler hale geldik.

Yemek için oturduğumuz restoranda pirzola, Grek salata, cacık ve bira sipariş ettik. Yunan memleketinde porsiyonların büyük olduğunu biliyorduk bir istedik ama 2 tabak pirzola geldi. Şaşırdık, birbirimize "Nasıl bitireceğiz?" diye baktık. En az 6 kişinin yiyeceği kadar pirzola konmuştu önümüze. Lakin nasıl acıkmışsak, hepsini silip süpürdük. Garson kız sık sık masamıza gelip Yunanca bir şeyler sordu, anlattı, bizi dinlemek için gözlerimizin içine baktı. İlgisine, heyecanına ve servisine çok teşekkür ettik. Yediğimiz bu nefis akşam yemeğine toplam 28€ hesap ödedik.

Günün strava verileri

Etap 9 / Amfikleia-Thiva / 4 Eylül

Hüzün, günlerdir bisiklet sürmenin verdiği yorgunluktan daha ağır. Birbirimizden uzak, inceden bir efkarla kendimizi Amfikleia'dan aşağı bıraktık. Sessizce, taze sabahın içinden geçtik peşi sıra. Atina ile aramızdaki son nokta Thiva'ya 83 km daha süreceğiz. Dün yoldan çaldığımız iyi olmuş. Önümüzdeki düzlük boyunca geride kalan günlerin nasıl geçtiğini düşünerek, an be an hatırlayarak bastık pedallara. (Gözlerim dolmuş olabilir eğer sinek kaçmadıysa..)

Hazırlıklar başlasın!
Bulduğumuz fırından aldıklarımızla otelin karşısında kahvaltımızı yiyip yola koyulduk. 

Seçkin'in çektiği bu fotografa dalıp gitmişim bloga eklerken.

Cheronia'da yarım saatlik kahve molası verene dek neredeyse hiç konuşmadan sürdük. Oraya dek 35 km'yi geride bırakmıştık ve saat 9:45 idi. 12 olmadan da 55. km'de ikinci molayı verdik. Atina'yı gösteren trafik levhalarının sayısı arttığı oranda gidecek yolumuz azalıyordu. Nitekim 14:00 gibi Thiva'daydık. Kalacağımız otel de direkt karşımıza çıkmıştı ve resepsiyonda görevli genç Türkiye'den geldiğimizi öğrenir öğrenmez Pontuslu olduğunu söyledi heyecanla. Onun da gizli kalmış biricik bir hikayesi vardı rastladığımız çoğu Yunan gibi. O nasıl bir özlem, sanki memleketinden birileri gelmiş gibi bir heyecan.

Kahve molası.
Grek Coffee.
Dağlar bizi takibe devam ediyor.
Atina'ya dönüş!
Atina'dan önceki son durak
Thiva bir tepenin eteklerine kurulup yükselen bir şehir. Tırmanmaya devam ettik.
Yerleşip temizlendikten sonra boş Thiva sokaklarını adımladık Seçkin ile. Akşam yemeği için kendimize bir restoran da bulduk. Uzo içmek için bahane aramaya gerek yoktu zira ardımızda yaklaşık 900 km bırakmıştık ve yarın Atina'ya sürecek, 25 yıldır görmediğim çocukluk arkadaşım Mihail ile kucaklaşacaktık. Şehir siesta bitip hareketlenmeye başladığında yemek masasına oturmuştuk bile. Uzo ile dolu kadehlerimizi bir kez daha vurduk birbirine...

Çamaşır faslı çarçabuk hallediliyor ki bir an evvel kurusunlar.
Siesta... Yemekten evvel biraz dinlenelim.


Etap 10 / Thiva-Atina / 5 Eylül
Son 65 km diyerek sabah 7'de çıktık yola. Thiva hali hazırda tepeye kurulu bir şehir olduğundan Atina yoluna tırmanarak bağlanılıyor. Dizimin arkasındaki ağrıya bağlı olarak -ki dün de beni epey rahatsız etmişti- sık sık pozisyon değiştirerek ve pedallara yüklenmeden süreyim dedim ama Atina'ya 3 tepe aşarak inecektik. Galiba o güzel şehre yakışanı da buydu. Mitolojide adları unutulmuş o gezgin iki tanrı olarak gökten arşa inecek ve isimlerimizi geri alacaktık. (Yolun bana bu tip hayaller kurdurmasını seviyorum.)

Tüm Yunanistan uyuyor.
Thiva'yı tırmanıp önümüzdeki manzaranın tadını sessizce ve birazda üzülerek çıkardık. Zira tur bitiyordu.
Orman yollarını çevreleyen ağaçları teker teker sayarak tırmandık. Kanatlarını bedenine yapıştıran kartallar gibi indik yokuşları. Sonra yeniden çıktık, bir daha indik... Atina ile aramızdaki son tepeye vardığımızda saat 11'i vurdu vuracaktı. Gerisi bizi Elefsina'ya indirecek yokuştu. Atina'ya batısından giriyorduk.

Hiç bitmeyecek bir filmdeymişim gibi.
Atina'ya ineceğimiz son tepenin zirvesinde rüzgarlıklarımızı giydik. Aşağı uçacaktık!

Saronik Körfezi sağımızda büyükşehir trafiği içinde bulduk kendimizi. Vızır vızır arabalar yanımızdan hızla geçip gittiler. Seçkin "Kendimi Pendik'ten İstanbul'a girmiş gibi hissettim" diyerek durumu özetledi bana kalırsa. Ben mitolojik hayaller kuradurayım, büyük bir nehirdeki fındık kabuğuna dönüşmüştük bir anda.

Peristeri bölgesinde Camping Athens isimli bir tesiste tura nokta koyduk önce. Saat 12'ydi. Yüzümüzde bu koca yolculuğu tamamlamış olmanın armağan ettiği gülümseme, omuzlara iliştirilmiş yıldızlar dolusu gurur ve gözleri ışıldatan mutlulukla birbirimizi kutladık Seçkin'le. Fakat diğer taraftan görevli kadının tavırlarından da hoşlanmadık. Belli ki uzun yol yapmış iki misafirdik, duvar gibi bir suratla karşılandık. Hitap etmek üzere ismini sorduğumuzda; tanışmamıza gerek yok gibi uzak, soğuk bir yanıt verdi. Artık acayip yerlere dönüşen büyükşehirler, içinde yaşayanları da dönüştürüyor. Mutsuz, tatminsiz, kopuk varlıklar olarak bir arada yaşamak zorunda kalıyoruz. Bunun başka açıklaması yok bana göre.

Atina'nın merkezine sürdük bisikletleri... Çeşitli milletlerin oluşturduğu gettolardan geçtik. Hani şehrin adını bilmesem kendimi önce Pakistan, sonra Çin veya bir arap ülkesinde sanabilirdim. Otel konusunda da şanslı sayılmazdık zira şehir çeşitli nedenlerle doluymuş. Festivaller, kongreler dönemiymiş yanlış anlamadıysak. Üstelik şu şık çift, ellerinde tepeleme yüklü bisikletle gelen, terli ve kirli iki konuktan doğal olarak daha avantajlı. Bu belki de benim kuruntumdur. Epey dolaştıktan sonra Omonia'da Vergina isimli bir otel bulduk. Çamaşır ve duş işini bir çırpıda halledip kendimizi dışarı attık. Zira Akropolis neredeyse burnumuzun dibindeydi. Markela Teyze ile de ertesi gün için randevulaştık.

Oda bulamadığımız bir başka otelin karşısındaki duvar resmi...

Atina'nın İstanbul'dan pek farkı yok izlenim olarak. Dünyanın çeşitli memleketlerinden insanlar yaşıyor. Trafik ve kalabalık da İstanbul'u aratmıyor. Nasıl şehre girdiğimiz bölge Hintlilerle dolu ise Akropolis civarı da Senegalli saat ve bileklik satıcılarının bölgesi olmuş. Tıpkı Tarlabaşı gibi. Buna karşın, insanlar özellikle Yunanlar birbirlerini tanıyormuş gibi davranıyor. Hatta tüm Yunanistan'ın birbirini tanıdığını düşündüm. Bu bile insanın yaşadığı memlekette güvende hissetmesi için yeterli. Plaka'da bir yere oturup biralarımızı içerken muhabbetini yaptık Seçkin'le. Akşam yemeğine dek Atina'da bir oraya bir buraya yürüdük. Bir o kadar da oteli bulmak için yürüdük sonra. Zira telefonun şarjı bitmişti...



Artık turistiz.
Tarihi eserlerin üzerinde özellikle çanak anten aradım. Bu açıdan Yunanlara benzemiyoruz. Onlar koruyor.
Atina
Seçkin'in objektifinden Akina'yı dolaşmaya devam.
Para verip gelip gördüğünüz açık hava müzelerinden değil. Şehrin bu bölgesinde her köşeden bir şey çıkıyor.
-Tur bitti mi?
-Bitti

Atina-Pire / 6 Eylül
Kahvaltının ardından toparlanmak üzere odaya çekilmiş, son hazırlığımızı tamamlamıştık. Artık yolculuğa dair tek yapacağımız Kos'a akşamüstü kalkacak bir feribota bilet almaktı. Onu da 25 yıllık bir özlemi bitirecek buluşmanın sonrasına bıraktık. Derken odanın telefonu çaldı. Markela Teyzeler lobideydi.

Sanırım uzun süredir kimselere böyle sıkı sıkı sarılmamıştım. Sesim titredi, ağlamaklı oldum. Markela Teyzenin elinde oğlu Mihail ile birlikte büyümüştük. Bayramda Yorgo amcanın elini öpüp harçlığını almış, Paskalya'da yumurta boyamıştık. Yorgo amca diş randevusu, Dimitri de dükkandan ayrılamadığı için gelememişti. Bir dahaki sefere artık diyerek selamlarını aldık, selam ettik. Mihail bizi deniz kıyısında kahve içeceğimiz bir yere götürdü. Tatlı kızı -ki onun da adı Markela idi- ve Markela teyze ile bir-iki saat muhabbet ettik. Eskileri andık. Bunca senedir Yunanistan'da yaşamalarına rağmen vatandaşlık almamışlardı. Yorgo Amca'nın alışveriş yaparken hala Türk Lirası üzerinden hesap yaptığını öğrendim. Türkiye'den yayın yapan kanalları izliyormuş. Ah bu nasıl bir hüzün içimde kıpırdayan. Her bir cümlede burnumun direği sızladı.
Markela & Mihail

Ülke hiç de ekonomik sıkıntıda değilmiş gibi gözükse de Mihail evini kaybetmekle karşı karşıya olduğunu, insanların kredilerini ödeyemediğini buna rağmen duruma "Ne yapayım öleyim mi?" diyerek yaklaşmanın illüzyonunu izlediğimizi anlattı. İnsan her zaman dibi görmüş ama her defasında yeniden yukarı çıkmayı başarmış. Mihail de herşeyin düzeleceğine inanıyor. Evini kaybedecek olsa da umutlu. Ama uyarıyor da. Sizin kriz daha sert olacak diye...

Güzel, iyi kalpli dostum...
Mihail bizi son ana kadar bırakmadı. Taksisiyle rehberlik etti.

Pire Limanı... İstikamet önce Kos, sonra Bodrum...


Çocukluğuma dönmüş olarak vedalaştık teker teker. Mihail bize Pire'ye yakın bir yere kadar rehberlik etti, taksisini takip ettik. Sonra kendimizi, bizi eve götürecek feribotun gişesinde bulduk. Kos biletlerimiz cepteydi. Bir şeyler atıştırdıktan sonra gemideki yerimizi aldık... Erkenden saatlerde ineceğimiz Kos'ta tüm günümüzü geçireceğimizi düşünürken, Bodrum'a sabah feribot olduğunu öğrendik. Tur artık sona ermişti.

Seçkin yolculuk sırasında da deklanşöre basmayı ihmal etmedi.
Bizi Kos'a indiren feribot
Kos'ta kısa bir tur ve kahvaltının ardından...
Bodrum yolcuları gemideki yerini aldı!
Bodrum, Denizciler Kahvesi
Hoşbulduk
3 Bölüme ayırdığım hikayenin
1. bölümü buradan, 2. bölümün buradan okuyabilirsiniz.
Ayrıca turun youtube videolarını da buradan izleyebilirsiniz.
Bizimle birlikte bu turu takip ettiğiniz, hikayenin bir parçası olduğunuz için teşekkürler...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bu da geçer Ya Hu

Ege kralı…

Bodrum’da 1 yılın ardından