15 günlük 2 devre İstanbul

Yeni çıkmış poğaçaların ağır yağ kokusu metroyu basmış, mide kaldırıyor. Bir iki gündür aynı kokunun içine dalınca bir ara bunu her gün yaşadığımı hatırladım. İstanbulluyken herkes gibi ben de bu kokuyu duymuyordum. Duyular köreliyor galiba. Mesela vagonlara doluşan -birbirlerine mecburen değdiklerinden- insanlar arasında göz teması tamamen kesik. Kocaman kulaklıklarla da büyük izolasyon tamamlanıyor. Ne derin bir yalnızlık. Yer altının dijital uyarı seslerini, seslendirmelerini ben de sevmiyorum. Koridor boyunca çaldığım ıslık, metro görevlisine verdiğim selam havada kalıyor. Ayrıca neredeyse tüm şehir hasta... Bir vagon dolusu aksıran tıksıran insanı, nemli mendilleri ellerinde izliyorum. Öyle ki, onlara baktığımın hiç farkında değiller. Belki de farkındalar ama ya umurlarında değilim ya da artık yabancılardan iyice korkuyorlar. İnenlerden umudu kestim, binenlerde de durum aynı. Telefon ekranlarında kaybolmuş sümüklü bir sürü İstanbullu artık iyice çıtır çıtır kırılgan, üşüyor. Vagonun değil insanların titremesi hissettiğim. Her durakta içeri dolan poğaça kokusundan midem kalkıyor... İşte bunun için hava nasıl olursa olsun kullanabileceğim bir bisiklet aradım ya İstanbul'a gelmeden evvel!...

Sadece arkadaşlarımın, tanıdıklarımın değil, hiç tanımadığım insanların cömert tekliflerine teşekkür ederim. Her gelişimde kullanabileceğim bir bisikletim olabileceğini bilmek bile büyük mutluluk. Hem eve yakın olması hem de teslim kolaylığı bakımından, bir dönem birlikte çalıştığım Şenol Çini'nin çağrısına "tamam" dedim. Böylece daha gelmeden kendimi iyi hissettirecek şeyi bulmuştum. Rakı içeceğim Cuma ve bisiklet kıyafetlerimin kurumadığı birkaç gün dışında bisiklet şehirdeki ana ulaşım aracım oldu. Yoksa ekşi kokulu metroya ayak basmazdım.

Uçak karalaması
2 Ekim Cumartesi, babam ve kardeşimle Bebek'te buluşma.
Aynı akşam bisikleti Şenol'dan emanet alıp eve geldim.
Mecidiyeköy'de kaldığımı söyleyince arkadaşlarım şaşırdılar lakin Hülya'nın evi orada.

Malum İstanbul'a gelişim iş odaklı olunca günü geçirdiğim yer de değişmiyor. Bu sefer de 15'er günlük iki devre halinde toplam bir ay İstanbul'daydım. Seyahatin ilk devresini kendim istemiş, planlamıştım. Zira en son yine kendi isteğimle 20 Şubat'ta gelmişim. Mayıs'ta Hülya ile evlenmek üzere geldiğimizde ise iş, gündemden bir iki basamak aşağı inmişti. Kaldı ki -bir tercih bile olsa- nikahın ertesi günü yine ofisteydim. Şubat'ı esas alırsam, açık arayı kapatmak ve bir nebze nelerin olup bittiğini anlamak adına 1 Ekim günü İstanbul'a ayak bastık.

Konu iş olunca, İstanbul'a gelmek benim için mesleki nezaket. Her şey gayet iyi yürüyor, herkes nasılsa mutlu diye gitmemezlik olmaz. Bu karşılıklı güveni başka türlü besleyemezsin.


Republica / Pazartesi 1. gün... Henüz kimse gelmemiş.
Bazı sabahlar kahvaltımı dışarıda yaptım

Bu günceyi takip edenler bilir ki, 14 yıldır çalıştığım Republica Reklam Ajansı, bundan 2 yıl evvel Bodrum'a taşınma planıma tam destek vermişti. O güne dek nasıl çalışıyorsak aynı şekilde devam etme konusunda da anlaşmıştık. İşini uzaktan yapmaya imkan veren bir meslek sahibi olmak gerçekten büyük nimet. Şimdilerde gündemde olan hatta yaz başı yasalaşan "uzaktan çalışma" sistemini teknolojinin de gelişmesiyle gayet iyi götürüyoruz. Günlük mesaim, çalışma biçimim değişmiyor. Zamanla önemli nedenler (sunum, toplantı vs) dışında gitmemi gerektirecek durum olmadığından iş ziyaretlerim seyrekleşti. Her ne kadar İstanbul'a daha az gitmek güzel gözükse de kabul etmeliyim ki dezavantajları var.

Bir kere uzakta olunca veya ofise gitmeyince içerdeki tansiyonu hissedemiyorsun. Bunu İstanbul'la ilgili yazılarımda sık sık ifade etmişim zaten. Özellikle son dönem ülke gündemi ve buna bağlı olarak ekonomi üzerindeki etkileri çok konuşuluyor. İşten çıkarmaların, maaş kesintisi hatta ödememelerin başladığını arkadaşlarımdan duyuyordum. Neler olduğunu görmek ve yaşanabilecekleri kestirmek için arada İstanbul'a gitmek bu yüzden de önemli. Bizim işlerimiz iyi gidiyor gözükse de, hepimizin bir araya geldiği ve tasarruf tedbirlerinin açıklandığı bir toplantı yapıldı. Görünen o ki önümüzdeki sene daha da zor geçecek.

Evle iş arası bisikletle yaklaşık 16 dk
Metro ile ise 32 dk.
Ofiste Murat'la çalışmak günü kolaylaştırıyor. Devrede o olunca iş akışı daha düzenli oluyor.
Genel olarak ofistekilerin neşesini kaybettiğini gözlemledim. Bunu geri kazanmak gerek.

İstanbul'da iş, hayatın odağı haline geliyor. Bu ilk 15 günlük dönem için bunu pek sorun etmedim. Niyetim durumu görmek olunca tüm konsantrasyon iş üzerineydi haliyle. Hülya da yanımda olunca görev paylaşımımız çok işe yarıyor. Hiçbir arkadaşıma buluşmak, yemek yemek şu bu için söz de vermedim. Sadece iki kez, bir cuma klasiği olarak Asmalı Cavit'e gittik o kadar. Zaten zamanı da bir türlü işe göre hizalayamadım. Geçtim gece yarılarına dek çalışmayı sekizlere, dokuzlara kadar ofiste olmak hayatımı, alıştığım rutinimi direkt etkiliyor. İkinci 15 gün bunu tüm şiddetiyle yaşadım.

Hafta boyunca işe gidip gelince Cuma rakıyı hak ediyorsun. Asmalı Cavit
Özge de İstanbul'da görüştüğümüz ilk arkadaşımız oldu. Asmalı Cavit
Sonraki hafta Duru'nun yaşgünü için karşıya geçsem de...
İstanbul'daki son Cuma yine Asmalı Cavit'te kutladık Duru'nun yeni yaşını..

İkinci 15 gün tam sürprizdi. Bodrum'a döndüğüm hafta daha bitmeden yeniden ofise çağırıldım. İki önemli sunum varmış. Biletim de alınınca, neredeyse bavulumu hiç açmadan gerisin geri İstanbul'a uçtum ve bu sefer yanımda Hülya yoktu. Şenol'dan bir kez daha bisikletini istedim. Sağ olsun kırmadı.

Bodrum'daki karşılama nefis oldu. Gemibaşı - Bodrum
Uğurlama da karşılamadan aşağı kalmadı / Etrim köyü
Aynı kadro ikinci yarı.

Zaten İstanbul'a gelindiğinde otomatikman bir koşuşturmanın güçlü debisine kapılı veriyorsun. İster isteyerek ister istemeyerek gel durum değişmiyor. Diğerleri gibi hızlı yürümeye, acele etmeye, her şeyi çabuk çabuk yapmaya başlıyorsun. Durduk yere terlememi başka türlü açıklayamam. Yeme içme düzenin de çalışma saatlerine göre değişiyor. Bodrum'da 19:00-19:30 dedin mi sofradan kalkıyoruz. Hatta 22:30-23:00 gibi uyumaya çekiliyoruz. Oysa İstanbul'da bu saatler mesainin henüz devam ettiği anlar. Ofise söylenen tost, köfte, pizza vs gibi siparişlerle zaman kazanılmaya çalışılsa da bunun adı sağlıksız beslenmek. Bunun benim hayatımı nasıl değiştirdiğini, nasıl kötülüğü dokunduğunu daha önce yazmıştım. Stresle de birleşince insanın bedeni bir müddet sonra "dur" diyor ki ofiste bu konuda yalnız değilim. Hoş, iki senedir Bodrum'da yaşayan biri olarak, İstanbul'da evde yenilenlerin de sağlıklı olduğunu tartışırım çünkü çoğu marketlerden alınan barkotlu ürünler. Lakin mecburuz...

Uzun süre sonra ilk kez TV ve maç izledim.
Sosyal medyadaki #televizyonukapat kampanyasını destekliyorum. Sahiden TV izlemeyin.
Ertesi sabah Bebek'ten hareket edince Etiler yokuşunu tırmanayım dedim.
Yine birinciyim. Kimseler gelmemiş.

Ofis demek masada çakılı çalışmak, ev alışverişini yapamamak ve geceyi aç geçirmek demek. İlk evliliğimde, "bir saate yemeğe yetişirim!" deyip ofisten çıkamadığım çok günüm olmuştu. Yine mesai nedeniyle ilgilenemediğim su tesisatının büyük probleme kaçınılmaz dönüşümünü hatırlıyorum. Verdiğim sözleri yutmak durumda kalmak ayrı bir karın ağrısı... Çalışıyor olmak dışındaki sorumluluklarımızı ihmal ettiğinizde her şey anlamını kaybediyor. Sabahlara kadar çalışıp, tasarımların tonlarca ödül alsa ne fayda. Hepsi kuru, üfürdüğünde dağılacak cam biblolar... Sonra da bu kariyerle övünmek var değil mi? Övünülecek bir şeymiş gibi...

- 6 Kristal Elmam var ama açım...
- 9 Kırmızı ödülü aldım ama 3. eşim de beni terk etti.
- Bir sürü sektör ödülüm var ama çocuklarımı göremiyorum.
- Cannes Altın Arslan kazandım ama işsizim...

Bir akşam kendimi, benim gibi tek başına hamburger (alışveriş yapamamıştım, yapsam da evde yemek yapmak için çok geçti) yiyen insanların oturduğu bir AVM işletmesinde buldum. Telefonlarından gözlerini alamayan, köftesini ısıran, çiğneyen, ekranını kaydırıp gördüğü şeye kendi kendine gülen insanlar. Sipariş alan personelin seslenmeleri arada mutfaktakileri azarlaması, berikinin cevabı da suni fonu tamamlamıştı. Hepsi üşüyordu. Çok üşüyorlardı... Sıkı sıkı montlarına gömüldüler. Sümüklüsünün yerine yeni mendillerini çıkardılar.

Manolya Sokak No 26 ne olmuş diye her gittiğimde bakarım.
Manolya 26 benim güncemde önemli bir yere sahip. Satın alındıktan sonra çevresi kapatılmış. Kötü bir renge boyanmış.
Orjinali çevresi çitsiz iki katlı olan toplu konutların sonuncusu...

Bodrum'daki öncelik sıralamasında iş, otomatikman 3. sıraya düşüyor. Bunun nedeni basit; önceliğin mutfak ve tedarikleri olmaz ise çalışamazsın. İşini yapabilmek için önce eve çalışman gerekiyor. Çöpü mü attın? ki atman gerek, yeni poşeti kutuya takman lazım. Su mu bitti gidip alman, sonraya bırakmaman şart. Kavanozu açtığında bitmiş çayla karşılaşmak kim ister ki? Alınacaklar listene yazmış olmalıydın. Burada yaşamayı işte bu yüzden seviyorum. Sana gün içinde nefes aldıran bir - bir buçuk saatlik molalardan bahsediyorum. Ofis içinde yapamadığın... Bana iyi gelen, buranın doğası, kuşu, börtü böceğinden çok o küçük teneffüsler. Yoksa sanıldığı gibi tatil gibi bir hayat yaşamıyoruz. İstanbul'da mesaim neyse Bodrum'da değişmiyor. Tek fark iş stresinin üzerine, yol, trafik, işe yetişeceğim gibi ekstra streslerim yok.

Salt bir apartman yönetmeliği maddesi değilse benim bildiğim İstanbul'da kombileri yakmak için Kasım 16 beklenir. Kombiler erkenden yanmış. İstanbul'a göre kıyafetlerim eksik ve yetersiz olsa da üşümedim hiç. Polar bir ceketim vardı en fazla. Herkesin kalın montlara göre epey ince kalmıştım. Kıçımdaki kot tek pantolonumdu ve yırtık ağını yamatmıştı Hülya. Sıfıra yolculuğum için güzel bir detay. Üstelik şunu da gördüm; doğduğum şehir ile yaşadığım kasaba içimde yer değiştirmiş. Tüm huzursuzluğumun evimden uzak kalmak olduğunu anladım. Buna karşın, patronumdan gerçek ödül sayacağım şu sözü duymak da çok güzeldi: "Sen buradayken daha huzurlu çalışıyorum." Üflesen dağılmaz nal gibi bir ödül işte bana... Lakin içimden bir ses, artık dönüş biletini aldırmam gerektiğini fısıldadı durdu sürekli...

O Maestros davetiyesi. Buluşkan için Yunanca karşılık buldum Έλα / Ela...
Buluşkan / O Maestros, Arnavutköy. Doğan, sırf bu buluşma için Hollanda'dan gelirken
Hülya'da Bodrum'dan ayağının tozuyla masaya yetişti.

İkinci 15 günü renklendirmem gerekiyordu. İlk seferinde söz vermediğim arkadaşlarımla sözleştiğimiz bilmem kaçıncı Buluşkan'ı topladık. Bu bizim geleneğimiz. Belli bir periyodu olmasa da bir araya gelip birbirimizi görüyor, rakımızı içiyoruz. Son buluşmayı Arnavutköy O Maestros'ta gerçekleştirdik ki, yediklerimiz, içtiklerimiz ve Hasanaki'nin rembetikolarıyla çok eğlendik. Daha kalabalık olmayı ummuştum ama kısmet değilmiş. Mekansa her seferinde üzerine bir şey daha koyuyor. Mezeleri ve servisi 10 numaraydı. Sadece sigaraya müsaade etmeseler daha güzel olur bana kalırsa. Gece saçımızın başımızın acı acı koktuğunu duymak keyif kaçırıcı. Tabi unutmamışlar, restoranın ilk resmi müşterisi olduğumu hatırlattılar. Güzel bir gece oldu.

İstanbul'daki 3. pazarı bisiklete ve kendime ayırdım. / Rumeli Feneri
60 km'lik tura doğduğum sokağı da ekledim  / Bebek

İstanbul'da olduğum sürece bisikleti sadece iş-ev, ev-iş arasında kullanmıştım. Bu aşağı yukarı 4 km'lik bir yolu gidip gelmek demekti. Hele ilk 15 gün, İstanbul 8 km çapında bir şehir olmaktan öteye gidemedi benim için. Babamda kaldığım bir günün sabahı Bebek'ten Etiler yokuşunu tırmandım mesela. İnsanların şaşkın bakışları tezahürat gibiydi. Fakat vakit bulursam uzun bir tur da yapmayı kafama koymuştum. 3. ve son pazar günü de o vakti buldum. Mecidiyeköy'den çıkıp Bebek'e indiğim ardından Rumeli Feneri'ne dek süren güzel bir pazar gezisi yaptım. Dönüş yolunda dostum Mehmet Gözetlik'e uğradım. Daha sonra Ortaköy'den Beşiktaş'a uzanıp Karaköy'e ardından Şişhane'ye vardım. Taksim hala betonarme. Sahaf Fuarı marifetiyle meydanı hareketlendirmek isteseler de her yerde eli tüfekli adamlar görmek canımı sıktı. Oysa hava tam tersine harikaydı. Hatta İstanbul'da bisiklet kullandığım tüm süre boyunca bana torpil geçti sanki. Bu arada bisiklet kullanımı da epey artmış. Asıl sevindiricisi araç sahipleri daha saygılılar gibi geldi bana. Özellikle iş çıkışı karanlıkta ve trafikte sürdüğüm zamanlar hiç kimse beni tehlikeye atacak bir hata yapmadı. Bilakis beklediler, yol verdiler... Şunu da not olarak yazayım madem; bisikletle 15 dakikada aldığım Mecidiyeköy-Levent yolunu metro ile 35 dakikada tamamladığımı ölçmüş oldum... Aynı yol araçla akşam trafiğinde bir buçuk saati buluyor.

Son perşembe... Bisikleti teslim edeceğim gün. Yine birinciyim.
Bisikleti teslim edence Ortaköy'den Beşiktaş'a yürüdüm. Çarşıdan geçerken burada yaşadığım dönem
eve çıkmadan 2 tek attığım günleri andım. Şeytan dedi ki otur at iki tek...

Ofisçe önemli iki büyük sunumu iyi atlatırken, dönüş biletim de alınmıştı. İstanbul'a yağmurlu bir cumartesi sabahı veda ettim. Görünen o ki daha sık gelecektim bundan sonra. Hülya gibi ayda 2 kere mi? yoksa 1 kere yeterli olur mu bilmiyorum. Lakin arayı birkaç ay açmamak benim için de iyi olur. Üstelik eskisi gibi İstanbul'a ön yargılı değilim. Sadece evimden uzun süre ayrı kalmak istemiyorum. Uçağın kapıları kapandı. Eve, güneşli kasabama gönül rahatlığıyla dönmeye hazırım...

Gülü güle İstanbul.

Yorumlar

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bu da geçer Ya Hu

Ege kralı…

Bodrum’da 1 yılın ardından